25 Şubat 2017 Cumartesi

Edip Cansever - Çarliston Günleriydi

çarlisyon günleriydi -yıllardan neydi-
üst üste duran masalar
üst üste duran iskemleler
üst üste duran mevsimler ve her şey
indirilip serpiştirildi.

çarliston günleriydi
camlar iki yanlı devinirdi gene
bir tramvay aynalardan geçer
bir ayna karşılarda bir eve girerdi
ahtapotlar, denizanaları
en yakın iki ada arasında gidip gelirdi
geceler smokinliydi biraz
gündüzler rugan iskarpinli
mendiller sallanırdı sessiz filmlerde
'biéres de la meuse'
porselen bardaklarda devinir devinirdi

bana kalırsa asıl
bir kertenkele umutsuz aşkına sevinirdi
bir yapış yapışlık inerdi büyük semt ağaçlarından
kır gazinoları
kır sarhoşları
kır arabaları
ve kır mutluluklarıyla kır bıkkınlıkları
gelir gelir kıyılara değerdi
öyle bir değişikti ki her şey -değişik ne demekse-
örneğin parmak uçlarıyla satın alınan bir pul
yol aldıkça büyürdü geçtiği ülkelerde
nasıl mı
iki göz ne kadarcık büyürse
denizleri andıran
uçurumları andıran
gökyüzünü andıran her parlak şeyde
çarliston günleriydi, özlemler için
bulunmuş bir bahaneydi
-özlemek ne demekse-
yaz gelsin hele
kış gelsin de bir
çocuktan daha çocuk
ilkyazlardan söz etme.

onlar mı
onlar hep giderlerdi -söz gelimi bir eğlenceye-
kalınırdı kararsız
adısz, yönsüz, umarsız
-ki sanki niye böyle-
direkte bir bayrak sallanırken usul usul
kaybolan bir yüzük taşı parlarken sinsi
bir kuş öttüğü yeri
hiç mi hiç belli etmeden
ve öttükçe öterken
bir kuytu lokantada, camlarda
masa örtülerinde, yaldızlı tabaklarda
ah, dünya görünmez olurken kirden
hüzün mü? hayır
dalgınlık? hayır
burukluk? belki
sanki bir şiirin bitimine
yorgun ve isteksiz gidilirken.


çarliston günleriydi -ama işte bir ölüye
hazırlanmış bir örtüydü de
sonsuzdu, buruşuktu-
örtmüştü kıyılarda ayak izlerini kumlar
panjurlar kapalı
yelkenler inik
yollar tenhadan biraz daha tenha
çakıp durur mendirekte deniz feneri
yani benim anladığım -anlamak da ne demekse-
bir dümdüzlüktü artık söz konusu olan
doklarda tekdüze çekiç sesleri
eritilmiş bir anlamsızlık gözlerde
damlardan sokaklara kıpkırmızı bir eğim
ve
kim bilir nerde
diyordu sanki biri
ah duracak gibiydi kalbim.

şu gördüğünüz adam -evet, o-
yapayalnız, mutsuz bir yolcu
sorarım, sizce nerde yiyebilir yemeğini
lokantalarda tedirgin
büfelerde sinirli
üstelik mutlu olsa ne çıkar
onca en önemlisi
mutluluk gerekli mi değil mi
bunu herkes kendine sorabilir
bir başkasına da
ama kıyıda, günbatımının altında
bir kamarot bir çımacıya söyledi
kardeşim, mutluluk gerekli mi değil mi
ve
ekledi hemen
ben kendimle konuşuyorum, hepsi bu
bir ilkyaz bıkıntısı gibi.

öyleydi, çarliston günleriydi
bizler mi? bizler hiç ilgilenmedik
ama
o günlerden bugüne
bilmem ki ne değişti
işte
binlerce yalnızlık gene
bir arada şimdi
kalabalıklar dondu
masalar iskemleler
oraya buraya
serpiştirilmiş ne varsa
eski yerlerine kondu
değişmek -değişmek ne demekse-
yalnızca ad değiştirdi.

çarliston günleriydi, benim aklımda
rüzgarda sürüklenen
ipi kopmuş
külrengi bir uçurtma.

23 Şubat 2017 Perşembe

Edip Cansever - Flaş

hava poyrazladı yağmur yağacak
yanıp yanıp sönüyor ışıklandırılmış gözlerin
yukarda
küle gömülmüş bir elma gibi gökyüzü
patladı patlayacak
olanca hışmıyla kentin.

sensin
akıyor ön dişlerin beyaz beyaz yanıma
her şey rengine göre kanar bilirsin
tırnakların pembeye boyanmış bir koy gibi
pespembe kanar
ve herbir renkte kanayan gözlerin
çınlatır eluard’ın mısralarını orada
“içinde uçtuğum gözlerin
yolların gidişine
dünyanın dışında bir anlam verdi.”
demek oluyor ki bu dünyada olmak öyle derin
öylesine anlamlı ki insan
bizse bu anlamın işçilerinden ikisi
yağmur yağacak.

yarı karanlık odamız, üstelik soğuk
isıtıcı bir soğuk bu, değişik
sensin, bir yüzümde geziniyor şimdi yüzün
bir elimizdeki kitaplarda
şiirler okuyoruz bugün
limanlık bir deniz gibi kıpırtısız önümüzdeki taş masa

uykuya yatmış gibi bütün balıklar
gemileri kaptansız tayfasız
gidip gidip geliyor kimi zaman da
anayurduna dağlara
şiirler okuyoruz bugün.

yaşlandık da ondan mı
susarak katlanıyoruz her mutsuzluğa
saatlendiriyoruz günü
bölüyoruz dakikalara
bir hiç oluncaya kadar bölüyoruz onu.
bölüyoruz yani bütün mutsuzluklara
bir yaprak saniyesi geçiyor usul usul
penceremizden
mavi mavi hatmiler parlıyor dışarıda
dışarıda küçük bahçemizde
ayak izleri gibi gökyüzünün
hatmiler
bırakıyoruz bu sessiz uyuma kendimizi
derken bir mavi damar, bir dudak büküş
iyi anlaşılamayan bir ses sokaktaki
çırpına çırpına yükselen duman
bir tutam saçın öne düşüşü
sanki bir sardunya bir yaz boyu ne kadarcık uzarsa
kaça alınırsa bir tükenmez kalem
doluyor içimize öyle
hayatın birdenbire anlaşılması gibi bir duygu gürültüsü
yağmur yağacak.

yaşını çoktan aştım orhan veli’nin
ölümle duruyorsa eğer yaşlanmak
onun bir sonbahar yağmuruna gömülü ölüsü
yağdı yağacak
“ölünce kirlerimizden temizlenir
ölünce biz de iyi adam oluruz...”
sade ve ince
dünyaya uzun parmaklarıyla dokundu dokunacak.

yorulduğun zaman söyle
susalım, hiç konuşmayalım istersen
sussak da, hiç konuşmasak da, sözlerin senin
açık denizler gibidir zaten elimde
her zaman ama her zaman bir kıyıyı sezdiren
hatırlıyorum da kelimelerini bir bir:
şairlerin flaşları kalpleridir
dışarıya da parlamalı biraz
kaldı ki ben içimde gezinmekten yoruldum
sensin, iyi anlarsın beni
gözlerine başka türlü bakıyorum
ben bütün gözlere başka türlü bakıyorum şimdi
nemli bir tülbent olup buğulanıyor
ve yaslı ve mahzun
ve devrilmiş bir boya kabı gibi de yoğun
memleketimin gözleri
yağmur yağacak.

öyle bir yağmur ki bu, bilirsin
dam saçak demeyecek, yağacak
yağacak bir hışım gibi canevine kentin
kalplerimiz küle gömülmüş elmalar gibi
patladı patlayacak
alacak sonunda kendi rengini.