deli gibi uykum var Nermin
gözlerimi yumsam
mayınlar patlayacak çobanlarımda
kuzular geceye
kırık bir kaval gibi dizilecekler
elimden hiçbir şey gelmiyor inan
dünyasız kaldıkça böyle
aklıma seni düşürüyorum
karnıma bir tank giriyor
gibi seni düşünüyorum
alnımda harp
kaşlarıma basa basa yürürken
çehreme çalınmış hilal
kalbimden küllerle fışkıracak neredeyse
dönüp baksan ölümün elimden olacak
bir terazi bozacak eski bir teraziyi
morga mor çalacak pıhtılaşan kan
terlemeyen bir at patlayacak koşarken
dönüp baksan Şeddad’ı indirecek kıyamet!
tül
rüzgarla değil artık
güneş
bile battı
savrulan balyoz
içinden geçiyor buharın
tutan el
yarıyor suyu
kan zerk aleminde seninle dolanırken kuyumu
kıyıldı nikah
ölsem de durur nişanı
ben bir tek damarımı bilirim onun da adı Şah!
deli gibi uykum var Nermin
şuramda sen
gecenin üçünde çevirmeme girmişsin
o dakka telsizime
ela gözlü türküler çalmışlar
ve devletin dinlenmeden dinleyen dinlileri
dillerimi işkenceye sağmışlar
anlatamıyorum Nermin
bu dudak öpemez deyince bana inanmıyorlar
kimin içine değebilmiş bir dudak?
mühür verilmiş ateşe
ve erimemişse mühür
bülbül ne için ölsün ki güle?
o çekiç gözlü, bahçıvan mı sanıyormuş kendini?
bizi elindeki çivilerle mi döndürecekmiş çöle?
deli gibi uykum var Nermin
elimden hiçbir şey gelmiyor inan
ben her gün bir emevi asıyorum içimde
azalmıyorlar Nermin
omzumda bir gülünç ağrısı
nereye gitsem
varır varmaz arıyorum seni kendime
yapacak bir şeyim yok
çok sağanak yağdın zarlarıma
beni içime kadar ıslattın Nermin
zührevi bir felçsin arlarıma
şuramda sen
şuramda…
son sürat kan kaybediyorken
devrilen bir ambülansın içinde kadar şuramda…
açıp gösteremiyorum Nermin
yasal tedbir koymuşlar gözyaşlarıma
deli gibi uykum var Nermin
bir mengene
ile şakaklarımı
yeniden sipariş ettim kendime
urlarımı cellâdıma bahşiş bıraktım
zaten nereye uzansam ölüm
içime bir gardiyan kaçmış gibi ben
koğuşlarımdan sana daraltılmışım
ipin koptuğu yerden boşanan bir çığlığınsın
iki el sıksan havaya
iki kuş düşer verir kalbini
ama beni bir bahane bulup da…
kurbağaları tartmaktan dönen bir yılgınlığınsın
deli gibi uykum var Nermin
gözlerimi tankerler boşaltıyor
gözlerini gözlerimden al
beraber bir şeylere bakalım
elimden hiçbir şey gelmiyor inan
elimi çabuk tutman lazım
ben ki
böbreklerimle hayata bağışlanmışım
anlamak istemediğim bir şey var gülüşünde
istimlak edilmiş gövden
ne kadar da kanlı duruyor sermayenin dişinde
böyle ru be ru
böyle eli belinde müteyakkız
sittin sene geçse anlaşamayız
beraber bir şeylere bakalım Nermin
bakmayalım hiç birbirimize
deli gibi uykum var Nermin
gövdemi söküyor şafak
ipliğim çözüldükçe
içimde ağırlaşan bir ittifak
cebimde Marx
boynumda dükkan kapatan esnaf
dünya elindeki aynayla
açı kuruyor omuzlarımın ortasına
uyumuyorum Nermin
kustuğum kükürt soluduğum azotla akraba
birbirini bulan iki açık pencere
gibi cereyan yapıyoruz seninle hayata
artık kabullendim:
beni karşılamıyorsun burada!
ben senin uyuduğun yerlerde geziyorum
sen benim sürülerimi sürüyorsun bozkırlarına
deli gibi uykum var Nermin
elimden hiçbir şey gelmiyor inan
ben nasıl uyurum sen uyanmazsan
Allah biliyor hiçbir şeyim yok
sevilecek şeyler ağaçların arasından geçip gidiyor
seni sevmek de öyle orman!
yanınca bitiyor her şey yanınca bitiyor
kalanlarla avunmuyorum Nermin
sen yoksun her nasıl olmayacaksan
bu imtihan bu debi
o terli atın külündense bu kalp
çok sevinirim ya Rabbi
beni her yerimden kapatırsan
9 Kasım 2017 Perşembe
25 Eylül 2017 Pazartesi
Arkadaş Zekai Özger - Sevdadır
Göğü kucaklayıp getirdim sana
kokla
açılırsın
solmuşsun
benzin sararmış
yorgun bir işçinin yüzüne benziyor yüzün
öyle bükük bakma bana
çam kolonyası getirdim sana
kentli dağlıların haklı sevdasını
bolu ormanlarından çarpan bir koku
sanki köroğlunun ter kokusu
aman kokusu, billah kokusu
canlarım, canım benim
üzme kendini bu kadar
sana umudu öğretmeyenlerin suçu mu var
bak yeryüzü ne kadar geniş
ne kadar dar
Dur
akıtma gönlüm yaşını
gözünden öpecek bir yer bırak
oy bana en yakın
bana en uzak
sevgili yar
Hasretine vur beni
Giyecek çamaşır getirdim sana
adettir diye değil, sevdim diyedir
bağışla, eski biraz
bedenim uygundur diye bedenine
elimle yıkadım, ütüledim
elma ağacında kuruttum
Günler sarmal bir yay gibi
bunu unutma
Bahar annemizin yemenisindeki solgun çiçektir
bunu unutma
Seni ben her yerinden öperim
bunu unutma
kadere inansaydım
sana inanırdım
Düşürmem sigaramın ucundaki külü ben
öyle kırık bakma bana
Caddeler nasıl da genişliyor
sana bunu söyleyecektim
Bileyli bir makas vardı yanımda
sana bunu söyleyecektim
Hadi kes büyüyen tırnaklarındaki kiri
sana bunu...
Oyy nasıl söyleyebilirim
deliren sevdamızın kısrak huyunu
Elimi tut
tuttururlar, o kadarına izin verirler
kahreden bir ayrılığın çılgınlığı değil bu
Bir isyanın kelepçeleşmiş resmidir parmaklarımız
sen içerde
Ben dışarda...
Oyyy mahpusluk mahpusluk...
kokla
açılırsın
solmuşsun
benzin sararmış
yorgun bir işçinin yüzüne benziyor yüzün
öyle bükük bakma bana
çam kolonyası getirdim sana
kentli dağlıların haklı sevdasını
bolu ormanlarından çarpan bir koku
sanki köroğlunun ter kokusu
aman kokusu, billah kokusu
canlarım, canım benim
üzme kendini bu kadar
sana umudu öğretmeyenlerin suçu mu var
bak yeryüzü ne kadar geniş
ne kadar dar
Dur
akıtma gönlüm yaşını
gözünden öpecek bir yer bırak
oy bana en yakın
bana en uzak
sevgili yar
Hasretine vur beni
Giyecek çamaşır getirdim sana
adettir diye değil, sevdim diyedir
bağışla, eski biraz
bedenim uygundur diye bedenine
elimle yıkadım, ütüledim
elma ağacında kuruttum
Günler sarmal bir yay gibi
bunu unutma
Bahar annemizin yemenisindeki solgun çiçektir
bunu unutma
Seni ben her yerinden öperim
bunu unutma
kadere inansaydım
sana inanırdım
Düşürmem sigaramın ucundaki külü ben
öyle kırık bakma bana
Caddeler nasıl da genişliyor
sana bunu söyleyecektim
Bileyli bir makas vardı yanımda
sana bunu söyleyecektim
Hadi kes büyüyen tırnaklarındaki kiri
sana bunu...
Oyy nasıl söyleyebilirim
deliren sevdamızın kısrak huyunu
Elimi tut
tuttururlar, o kadarına izin verirler
kahreden bir ayrılığın çılgınlığı değil bu
Bir isyanın kelepçeleşmiş resmidir parmaklarımız
sen içerde
Ben dışarda...
Oyyy mahpusluk mahpusluk...
Asaf Halet Çelebi - İbrahim
ibrâhîm
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim
güneş buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü
putların boyunları kırıldı
ibrâhîm
güneşi evime sokan kim
asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı
ibrâhîm
gönlümü put sanıp da kıran kim
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim
güneş buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü
putların boyunları kırıldı
ibrâhîm
güneşi evime sokan kim
asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı
ibrâhîm
gönlümü put sanıp da kıran kim
25 Şubat 2017 Cumartesi
Edip Cansever - Çarliston Günleriydi
çarlisyon günleriydi -yıllardan neydi-
üst üste duran masalar
üst üste duran iskemleler
üst üste duran mevsimler ve her şey
indirilip serpiştirildi.
çarliston günleriydi
camlar iki yanlı devinirdi gene
bir tramvay aynalardan geçer
bir ayna karşılarda bir eve girerdi
ahtapotlar, denizanaları
en yakın iki ada arasında gidip gelirdi
geceler smokinliydi biraz
gündüzler rugan iskarpinli
mendiller sallanırdı sessiz filmlerde
'biéres de la meuse'
porselen bardaklarda devinir devinirdi
bana kalırsa asıl
bir kertenkele umutsuz aşkına sevinirdi
bir yapış yapışlık inerdi büyük semt ağaçlarından
kır gazinoları
kır sarhoşları
kır arabaları
ve kır mutluluklarıyla kır bıkkınlıkları
gelir gelir kıyılara değerdi
öyle bir değişikti ki her şey -değişik ne demekse-
örneğin parmak uçlarıyla satın alınan bir pul
yol aldıkça büyürdü geçtiği ülkelerde
nasıl mı
iki göz ne kadarcık büyürse
denizleri andıran
uçurumları andıran
gökyüzünü andıran her parlak şeyde
çarliston günleriydi, özlemler için
bulunmuş bir bahaneydi
-özlemek ne demekse-
yaz gelsin hele
kış gelsin de bir
çocuktan daha çocuk
ilkyazlardan söz etme.
onlar mı
onlar hep giderlerdi -söz gelimi bir eğlenceye-
kalınırdı kararsız
adısz, yönsüz, umarsız
-ki sanki niye böyle-
direkte bir bayrak sallanırken usul usul
kaybolan bir yüzük taşı parlarken sinsi
bir kuş öttüğü yeri
hiç mi hiç belli etmeden
ve öttükçe öterken
bir kuytu lokantada, camlarda
masa örtülerinde, yaldızlı tabaklarda
ah, dünya görünmez olurken kirden
hüzün mü? hayır
dalgınlık? hayır
burukluk? belki
sanki bir şiirin bitimine
yorgun ve isteksiz gidilirken.
çarliston günleriydi -ama işte bir ölüye
hazırlanmış bir örtüydü de
sonsuzdu, buruşuktu-
örtmüştü kıyılarda ayak izlerini kumlar
panjurlar kapalı
yelkenler inik
yollar tenhadan biraz daha tenha
çakıp durur mendirekte deniz feneri
yani benim anladığım -anlamak da ne demekse-
bir dümdüzlüktü artık söz konusu olan
doklarda tekdüze çekiç sesleri
eritilmiş bir anlamsızlık gözlerde
damlardan sokaklara kıpkırmızı bir eğim
ve
kim bilir nerde
diyordu sanki biri
ah duracak gibiydi kalbim.
şu gördüğünüz adam -evet, o-
yapayalnız, mutsuz bir yolcu
sorarım, sizce nerde yiyebilir yemeğini
lokantalarda tedirgin
büfelerde sinirli
üstelik mutlu olsa ne çıkar
onca en önemlisi
mutluluk gerekli mi değil mi
bunu herkes kendine sorabilir
bir başkasına da
ama kıyıda, günbatımının altında
bir kamarot bir çımacıya söyledi
kardeşim, mutluluk gerekli mi değil mi
ve
ekledi hemen
ben kendimle konuşuyorum, hepsi bu
bir ilkyaz bıkıntısı gibi.
öyleydi, çarliston günleriydi
bizler mi? bizler hiç ilgilenmedik
ama
o günlerden bugüne
bilmem ki ne değişti
işte
binlerce yalnızlık gene
bir arada şimdi
kalabalıklar dondu
masalar iskemleler
oraya buraya
serpiştirilmiş ne varsa
eski yerlerine kondu
değişmek -değişmek ne demekse-
yalnızca ad değiştirdi.
çarliston günleriydi, benim aklımda
rüzgarda sürüklenen
ipi kopmuş
külrengi bir uçurtma.
üst üste duran masalar
üst üste duran iskemleler
üst üste duran mevsimler ve her şey
indirilip serpiştirildi.
çarliston günleriydi
camlar iki yanlı devinirdi gene
bir tramvay aynalardan geçer
bir ayna karşılarda bir eve girerdi
ahtapotlar, denizanaları
en yakın iki ada arasında gidip gelirdi
geceler smokinliydi biraz
gündüzler rugan iskarpinli
mendiller sallanırdı sessiz filmlerde
'biéres de la meuse'
porselen bardaklarda devinir devinirdi
bana kalırsa asıl
bir kertenkele umutsuz aşkına sevinirdi
bir yapış yapışlık inerdi büyük semt ağaçlarından
kır gazinoları
kır sarhoşları
kır arabaları
ve kır mutluluklarıyla kır bıkkınlıkları
gelir gelir kıyılara değerdi
öyle bir değişikti ki her şey -değişik ne demekse-
örneğin parmak uçlarıyla satın alınan bir pul
yol aldıkça büyürdü geçtiği ülkelerde
nasıl mı
iki göz ne kadarcık büyürse
denizleri andıran
uçurumları andıran
gökyüzünü andıran her parlak şeyde
çarliston günleriydi, özlemler için
bulunmuş bir bahaneydi
-özlemek ne demekse-
yaz gelsin hele
kış gelsin de bir
çocuktan daha çocuk
ilkyazlardan söz etme.
onlar mı
onlar hep giderlerdi -söz gelimi bir eğlenceye-
kalınırdı kararsız
adısz, yönsüz, umarsız
-ki sanki niye böyle-
direkte bir bayrak sallanırken usul usul
kaybolan bir yüzük taşı parlarken sinsi
bir kuş öttüğü yeri
hiç mi hiç belli etmeden
ve öttükçe öterken
bir kuytu lokantada, camlarda
masa örtülerinde, yaldızlı tabaklarda
ah, dünya görünmez olurken kirden
hüzün mü? hayır
dalgınlık? hayır
burukluk? belki
sanki bir şiirin bitimine
yorgun ve isteksiz gidilirken.
çarliston günleriydi -ama işte bir ölüye
hazırlanmış bir örtüydü de
sonsuzdu, buruşuktu-
örtmüştü kıyılarda ayak izlerini kumlar
panjurlar kapalı
yelkenler inik
yollar tenhadan biraz daha tenha
çakıp durur mendirekte deniz feneri
yani benim anladığım -anlamak da ne demekse-
bir dümdüzlüktü artık söz konusu olan
doklarda tekdüze çekiç sesleri
eritilmiş bir anlamsızlık gözlerde
damlardan sokaklara kıpkırmızı bir eğim
ve
kim bilir nerde
diyordu sanki biri
ah duracak gibiydi kalbim.
şu gördüğünüz adam -evet, o-
yapayalnız, mutsuz bir yolcu
sorarım, sizce nerde yiyebilir yemeğini
lokantalarda tedirgin
büfelerde sinirli
üstelik mutlu olsa ne çıkar
onca en önemlisi
mutluluk gerekli mi değil mi
bunu herkes kendine sorabilir
bir başkasına da
ama kıyıda, günbatımının altında
bir kamarot bir çımacıya söyledi
kardeşim, mutluluk gerekli mi değil mi
ve
ekledi hemen
ben kendimle konuşuyorum, hepsi bu
bir ilkyaz bıkıntısı gibi.
öyleydi, çarliston günleriydi
bizler mi? bizler hiç ilgilenmedik
ama
o günlerden bugüne
bilmem ki ne değişti
işte
binlerce yalnızlık gene
bir arada şimdi
kalabalıklar dondu
masalar iskemleler
oraya buraya
serpiştirilmiş ne varsa
eski yerlerine kondu
değişmek -değişmek ne demekse-
yalnızca ad değiştirdi.
çarliston günleriydi, benim aklımda
rüzgarda sürüklenen
ipi kopmuş
külrengi bir uçurtma.
23 Şubat 2017 Perşembe
Edip Cansever - Flaş
hava poyrazladı yağmur yağacak
yanıp yanıp sönüyor ışıklandırılmış gözlerin
yukarda
küle gömülmüş bir elma gibi gökyüzü
patladı patlayacak
olanca hışmıyla kentin.
sensin
akıyor ön dişlerin beyaz beyaz yanıma
her şey rengine göre kanar bilirsin
tırnakların pembeye boyanmış bir koy gibi
pespembe kanar
ve herbir renkte kanayan gözlerin
çınlatır eluard’ın mısralarını orada
“içinde uçtuğum gözlerin
yolların gidişine
dünyanın dışında bir anlam verdi.”
demek oluyor ki bu dünyada olmak öyle derin
öylesine anlamlı ki insan
bizse bu anlamın işçilerinden ikisi
yağmur yağacak.
yarı karanlık odamız, üstelik soğuk
isıtıcı bir soğuk bu, değişik
sensin, bir yüzümde geziniyor şimdi yüzün
bir elimizdeki kitaplarda
şiirler okuyoruz bugün
limanlık bir deniz gibi kıpırtısız önümüzdeki taş masa
uykuya yatmış gibi bütün balıklar
gemileri kaptansız tayfasız
gidip gidip geliyor kimi zaman da
anayurduna dağlara
şiirler okuyoruz bugün.
yaşlandık da ondan mı
susarak katlanıyoruz her mutsuzluğa
saatlendiriyoruz günü
bölüyoruz dakikalara
bir hiç oluncaya kadar bölüyoruz onu.
bölüyoruz yani bütün mutsuzluklara
bir yaprak saniyesi geçiyor usul usul
penceremizden
mavi mavi hatmiler parlıyor dışarıda
dışarıda küçük bahçemizde
ayak izleri gibi gökyüzünün
hatmiler
bırakıyoruz bu sessiz uyuma kendimizi
derken bir mavi damar, bir dudak büküş
iyi anlaşılamayan bir ses sokaktaki
çırpına çırpına yükselen duman
bir tutam saçın öne düşüşü
sanki bir sardunya bir yaz boyu ne kadarcık uzarsa
kaça alınırsa bir tükenmez kalem
doluyor içimize öyle
hayatın birdenbire anlaşılması gibi bir duygu gürültüsü
yağmur yağacak.
yaşını çoktan aştım orhan veli’nin
ölümle duruyorsa eğer yaşlanmak
onun bir sonbahar yağmuruna gömülü ölüsü
yağdı yağacak
“ölünce kirlerimizden temizlenir
ölünce biz de iyi adam oluruz...”
sade ve ince
dünyaya uzun parmaklarıyla dokundu dokunacak.
yorulduğun zaman söyle
susalım, hiç konuşmayalım istersen
sussak da, hiç konuşmasak da, sözlerin senin
açık denizler gibidir zaten elimde
her zaman ama her zaman bir kıyıyı sezdiren
hatırlıyorum da kelimelerini bir bir:
şairlerin flaşları kalpleridir
dışarıya da parlamalı biraz
kaldı ki ben içimde gezinmekten yoruldum
sensin, iyi anlarsın beni
gözlerine başka türlü bakıyorum
ben bütün gözlere başka türlü bakıyorum şimdi
nemli bir tülbent olup buğulanıyor
ve yaslı ve mahzun
ve devrilmiş bir boya kabı gibi de yoğun
memleketimin gözleri
yağmur yağacak.
öyle bir yağmur ki bu, bilirsin
dam saçak demeyecek, yağacak
yağacak bir hışım gibi canevine kentin
kalplerimiz küle gömülmüş elmalar gibi
patladı patlayacak
alacak sonunda kendi rengini.
yanıp yanıp sönüyor ışıklandırılmış gözlerin
yukarda
küle gömülmüş bir elma gibi gökyüzü
patladı patlayacak
olanca hışmıyla kentin.
sensin
akıyor ön dişlerin beyaz beyaz yanıma
her şey rengine göre kanar bilirsin
tırnakların pembeye boyanmış bir koy gibi
pespembe kanar
ve herbir renkte kanayan gözlerin
çınlatır eluard’ın mısralarını orada
“içinde uçtuğum gözlerin
yolların gidişine
dünyanın dışında bir anlam verdi.”
demek oluyor ki bu dünyada olmak öyle derin
öylesine anlamlı ki insan
bizse bu anlamın işçilerinden ikisi
yağmur yağacak.
yarı karanlık odamız, üstelik soğuk
isıtıcı bir soğuk bu, değişik
sensin, bir yüzümde geziniyor şimdi yüzün
bir elimizdeki kitaplarda
şiirler okuyoruz bugün
limanlık bir deniz gibi kıpırtısız önümüzdeki taş masa
uykuya yatmış gibi bütün balıklar
gemileri kaptansız tayfasız
gidip gidip geliyor kimi zaman da
anayurduna dağlara
şiirler okuyoruz bugün.
yaşlandık da ondan mı
susarak katlanıyoruz her mutsuzluğa
saatlendiriyoruz günü
bölüyoruz dakikalara
bir hiç oluncaya kadar bölüyoruz onu.
bölüyoruz yani bütün mutsuzluklara
bir yaprak saniyesi geçiyor usul usul
penceremizden
mavi mavi hatmiler parlıyor dışarıda
dışarıda küçük bahçemizde
ayak izleri gibi gökyüzünün
hatmiler
bırakıyoruz bu sessiz uyuma kendimizi
derken bir mavi damar, bir dudak büküş
iyi anlaşılamayan bir ses sokaktaki
çırpına çırpına yükselen duman
bir tutam saçın öne düşüşü
sanki bir sardunya bir yaz boyu ne kadarcık uzarsa
kaça alınırsa bir tükenmez kalem
doluyor içimize öyle
hayatın birdenbire anlaşılması gibi bir duygu gürültüsü
yağmur yağacak.
yaşını çoktan aştım orhan veli’nin
ölümle duruyorsa eğer yaşlanmak
onun bir sonbahar yağmuruna gömülü ölüsü
yağdı yağacak
“ölünce kirlerimizden temizlenir
ölünce biz de iyi adam oluruz...”
sade ve ince
dünyaya uzun parmaklarıyla dokundu dokunacak.
yorulduğun zaman söyle
susalım, hiç konuşmayalım istersen
sussak da, hiç konuşmasak da, sözlerin senin
açık denizler gibidir zaten elimde
her zaman ama her zaman bir kıyıyı sezdiren
hatırlıyorum da kelimelerini bir bir:
şairlerin flaşları kalpleridir
dışarıya da parlamalı biraz
kaldı ki ben içimde gezinmekten yoruldum
sensin, iyi anlarsın beni
gözlerine başka türlü bakıyorum
ben bütün gözlere başka türlü bakıyorum şimdi
nemli bir tülbent olup buğulanıyor
ve yaslı ve mahzun
ve devrilmiş bir boya kabı gibi de yoğun
memleketimin gözleri
yağmur yağacak.
öyle bir yağmur ki bu, bilirsin
dam saçak demeyecek, yağacak
yağacak bir hışım gibi canevine kentin
kalplerimiz küle gömülmüş elmalar gibi
patladı patlayacak
alacak sonunda kendi rengini.
20 Ocak 2017 Cuma
Edip Cansever - Uyanınca Çocuk Olmak
Siz ne iyisiniz, ben sizi bir şeylere benzetiyorum
Bilmem bir testi, bir bakır sahan kolay mı sizinle
Çok rahat bir gökyüzü mü var sizinle
Güneş bir pazartesi olarak mı duruyor burnunuzda
Yoksa bükülmüş bir nehir gibi mi küpelerinizde
Siz küçük adıyla mı çağırırsınız sessizliği
Öyle mi, ya kim uyandırır sizde
Bu sevişme dalgalarını, aşk seslerini
Bak'ları, duy'ları, okşa'ları, evet'leri
Hele bu elleri, ayakları bu
Gözleri gözleri.
Gidip bir bardak su içiyorum. Ağzım benim!
Su böyle neye benziyor, çok çocuklu bir bahçeye değil mi
Bakmayla içersek gözlerimiz de bir şeye benziyor
Senin gözlerin, bizim gözlerimiz, onun gözleri
Her zaman söylüyorum kuyumcular için imzalı yazı gerekmez
Ama hiç gerekmez öyle değil mi?
Armut ağacı! İyi sabahlar! Sana bakınca yüzüm değişti
Bütün gün çalışıyorum en kötü iş yerlerinde
Yorulup bunalınca hep o sana bakmayı deniyorum
Birden çarşıyı gösteriyor dallarının inceliği
Hem niye saklamalk, çarşıyı gösteriyor işte
Bak! Şakur şukur şapka satın alan birisi
Yusyuvarlak bir kişilik deniyor
Pis adam - ne kötü dünya - öyle mi değil mi?
Siz yok mu, sizin her yeriniz şaşırıp kalmaya istekli
Bir bakın, uyanıp kalkınca çocuk olmalarım var benim
Şu da var: bir sokak en açılmış pencereler dalıyor
Dalıyor da söz mü, yatağa uzatıyor otomobillerini
Aşk duyan bir kadını
Onun kişiliği olan memelerini
Gözlerim! Hey sokak! Geri getiriyor gözlerimi
Kimi zaman da bir cam kırılıyor şangur şungur
Diyorum böylesi gürültüler şiir için gerekli
Öyle mi değil mi?
Bizim o duvarlık tabaklar durmadan uzağa götürüyor evimizi
Daha aldığım gün bildim maydanoz olacak üstündekileri
Maydonoz olacak, maydanoz olacak, maydanoz olacak
İyi ama, niye sevmeli her önüne geleni
Herkesin, herkese, herkesi
Daha dün yepyeni bir son koydumdu şiire
Aldı, yepyeni bir kalabalığı getirdi
Ama iyi yaptım öyle mi değil mi?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)